living - English Turkish Sentences
English Turkish
living yaşama n.
  • But living in Europe means living with compromises.
  • Ama Avrupa'da yaşamak tavizlerle yaşamak demektir.
  • There are more than two billion people living in the ASEM countries.
  • ASEM ülkelerinde iki milyardan fazla insan yaşamaktadır.
  • More than 60 million people are living at risk of poverty.
  • 60 milyondan fazla insan yoksulluk riski altında yaşamaktadır.
Show More (156)
living yaşayan adj.
  • Human rights are also a matter of living law.
  • İnsan hakları aynı zamanda yaşayan bir hukuk meselesidir.
  • The event changed the taste of everything in my life, but I knew that a good human being is a living one.
  • Bu olay hayatımdaki her şeyin tadını değiştirdi ama iyi bir insanın yaşayan bir insan olduğunu biliyordum.
  • Is everyone living within the European Union guaranteed access to culture?
  • Avrupa Birliği içinde yaşayan herkesin kültüre erişimi garanti altında mı?
Show More (43)
living yaşam n.
  • It is a matter of guaranteeing a certain standard of living.
  • Bu, belirli bir yaşam standardını garanti altına alma meselesidir.
  • The globalisation of the economy, which is inevitable, is only accepted if it improves living and working conditions.
  • Kaçınılmaz olan ekonominin küreselleşmesi, ancak yaşam ve çalışma koşullarını iyileştirdiği takdirde kabul görmektedir.
  • That border still represents one of the world's widest gulfs between standards of living.
  • Bu sınır hala yaşam standartları arasında dünyanın en geniş uçurumlarından birini temsil etmektedir.
Show More (37)
living hayat n.
  • Troy Maxson makes his living as a garbage collector in 1950s Pittsburgh.
  • Troy Maxson 1950'lerin Pittsburgh'unda çöp toplayıcı olarak hayatını kazanmaktadır.
  • Sami carried on living his life in a self-destructing way.
  • Sami hayatını kendine zarar verecek şekilde yaşamaya devam etti.
  • She earns her living by playing the violin.
  • Keman çalarak hayatını kazanır.
Show More (29)
living geçim n.
  • She will have to earn her own living.
  • Kendi geçimini kazanmak zorunda kalacak.
  • He earns his living by teaching.
  • O, geçimini öğretmenlik yaparak kazanır.
  • I had to leave Warsaw and make my living somewhere else.
  • Ben Varşova'yı terk etmek ve geçimimi başka bir yerde sağlamak zorunda kaldım.
Show More (16)
living canlı adj.
  • Trafficking in human beings is organised in order to remove organs from living donors.
  • İnsan ticareti, canlı donörlerden organ almak için organize edilmektedir.
  • In this respect, the earth is seen as a living organism.
  • Bu bakımdan yeryüzü canlı bir organizma olarak görülür.
  • In this respect, the earth is seen as a living organism.
  • Bu açıdan yeryüzü canlı bir organizma olarak görülmektedir.
Show More (2)
living geçinme n.
  • We work for our living.
  • Geçinmek için çalışıyoruz.
Show More (-2)